Bitmeyen Gece
Anna, uzun bir zaman sonra ilk kez yanında Vronski olmadan yattığı gecenin ortasında, küçük kızlarının havayı bölen haykırışlarıyla uyandı. Alışkanlık olarak elini attığı sol tarafındaki boşluk ve soğukluk canını sıkmıştı. Yattığı yerde doğruldu ancak koridorun sonundaki odaya gitmek yerine ses çıkarmamak için hareket bile etmeden kattaki başka bir kapının açılmasını bekledi. Süt annesinin Ani’yi sakinleştireceğini umut ediyordu. Çığlıklarından her biri öncekinden daha güçlü olan bebeğinin sesine aldırmamaya çalışarak arkasına yaslanıp karşısındaki işlemeli duvarı izlemeye başladı.
Şu anda kızına karşı olan davranışlarıyla on yıl önce oğluna karşı olanlar arasındaki uçurum ne kadar da büyüktü! Neden kızını istediği gibi, istediği kadar sevemiyordu? Sanki dünyadan ayrıldığını hissettiği o korkunç anlarda bizzat kendi adını taşıyan bu masum bebeğe karşı hissedip hissedebileceği her duyguyu sonsuza dek kaybetmişti. Ani’nin doğumu, Anna’nın duygularını öldürmüştü. Onu; öpüp koklamak, güneşli günlerde bahçede gezdirmek, gururla kucağında taşımak, her gün farklı bir elbiseye sarmak, doyurmak, her bir ayrıntısını ezberine almak istemesi gerektiği düşünüyor ama biricik kızını isteyemiyordu. Sergey doğduğunda her gece onun tatlı yüzüne bakmaya, düzenli nefes alışlarını dinlemeye kalkan Anna, şimdi Ani’nin annesi için yalvaran ağlayışına bile lütfedip gidemiyordu. Oysa nasıl da güzel bir bebekti kızı! Kahverengi yumuşacık bukleleri, parlak ela gözleri ve sürekli hareket edişiyle, annesinin her açıdan kendisini adadığı, babasının birebir kopyasıydı. Sadece bu bile onu yüreğine kabul etmesi için yeterli olmalıydı fakat kızının ifadelerinde kendi yansımasını görememek onu benimsemesini engelliyordu.
Anna hızlı bir hareketle kalın, beyaz yorganını üzerinden attı. Çoktan beri, sakinliğini her durumda koruyabilen ve ağabeyinin ırsi rahatlığını paylaşan Anna’ya rastlayan yoktu, yerine duygusal ataklarına hakim olamayan ve hiçbir koşulda yalnız kalmak istemeyen biri gelmişti. Vronski’ye, onun yanında olmasına, kendisini rahatlatmasına ve sakinleştirmesine ihtiyacı vardı. Başucundaki mumu yakmaya uğraşırken bir yandan da aklından sevgilisini çağırmasını haklı gösterebilecek sebepleri geçiriyor, tüm gücüyle asılabileceği bir bahane arıyordu. Bu huzursuz geceye uyanmasının sorumlusu olan kızını düşündü ve o gün öğleden sonra ateşi olduğunu hatırladı. Kendisi için çağıramayacağı aşığına, küçük kızlarının hasta oluşuyla ilgili endişeli bir mektup göndermesinden daha doğal ne olabilirdi? Şamdadına yerleştirdiği uzun mumunun yaydığı zayıf ışıkla balkonun büyük cam kapılarının yanındaki yepyeni tuvalet masasına oturdu.
İçinde bulunduğu panik hali, mektubuna her zamanki geniş harfli ince yazısıyla başlamasına engel olmamıştı. Düşüncelerini düzenli bir şekilde yazmaya çalışıyordu zira çaresizliğini ve blöfünü göndereceği habere bulaştırması halinde sevgilisinin; taşradan dönmeye karar verse bile, Anna’nın son zamanlarda maalesef ki görmeye alıştığı, o donuk, ilgisiz ve hatta bıkkın yüz ifadesiyle geleceğini tahmin ediyordu. Bu düşüncelerle yazdığı kağıdının ortasına geldiğinde kafasını kaldırıp karşısındaki aynaya bakma gafletinde bulundu.
Odanın şekli ve masasının yeri nedeniyle gözünü sabitlediği noktadan ayırmadan görebildiği üç duvar ona, belki de ay ışığının her varlığa armağan ettiği tinsel nitelik sayesinde, kendi dünyasıyla bağı olamayacak kadar korkunç cisimler gibi görünüyorlardı. Önce farklı farklı şekillere girerek başını döndüren kabartmalı duvarlar sonradan yavaşça birbirlerinin üzerine binerek tek bir yapı oluşturdular. Karanlık ve uzun bu yapı, hızlı hızlı dönen görkemli tekerleklerinin üzerinde yükseliyor ve oval aynaya doğru yaklaşıyordu. Ona, Ani’ye hamileyken sık sık görmeye alıştığı ve bütün gece boyunca uyanamadığı kabuslarını hatırlatan bu görüntüden kaçmak amacıyla gözlerinin odağını usulca kendi tarafına çeken Anna, karşı karşıya geldiği yaratığın iç karartıcı görünümü dolayısıyla aynasının şeytana hizmet etmeye başladığını düşündü.
Önünde insanlığını yitirmişe benzeyen, aklını kullanıp yoldan çekilmezse arkasındaki tren tarafından ezilecek ve zamanında çok çekici olan bir kadının artığı vardı. Bu kadının güzel biçimli fakat şiş ve mosmor gözleri haftalardır rahat bir uyku uyumamış gibi görünüyorlardı. Elmacık kemikleri, etkileyici olmakla sefilliği yansıtmak arasındaki çizgiyi çoktan geçmiş üstelik yüzünü çökertmişti. Rengi solmuş dudaklarını ise içeriden dişlerini birbirine kenetlediğini belli edecek kadar sıkıyordu. Omuzlarına dökülen kıvırcık, siyah saçlarının karışıklığı ona rahatsız edici bir hava vermişti. Yüzündeki korkmuş, bitkin ve acı çeken ifade hatlarını aynı anda hem sert hem de zavallı gösteriyordu.
Aynadaki kadın Anna Arkedyevna’nın ta kendisiydi fakat o anda ondan bunu kabullenmesini, dahası kendi gözlerine inanmasını beklemek acımasızlık olurdu.
Gözlerini tekrardan kağıdığına indiren Anna, ne kadar huzursuz olacaksa olsun bir an önce uykuya dalabilmek ve bu lanetli geceden kurtulmak amacıyla elindeki işe geri döndü. Yalnız şimdi, öncekinden farklı olarak, cümlelerinin gereksiz resmiliği ile mektubun tutarlılığı kaybolmuştu. Şimdi asıl düşüncelerini gizleyerek yazmak bir yana; Ani’nin hastalığının kendisini ne kadar endişelendirdiğini, kendisinin Vronski’ye ne kadar ihtiyacı olduğunu ve yine kendisinin nasıl eziyetler çektiğini anlatıyordu. Başlarken kısa ve öz olmasını planladığı bu mektupta ikinci sayfaya geçmesine rağmen kime karşı olduğunu bilmediği bir hırsla içini döküyor, bir an bile duraksamadan duygu durumunu fazlasıyla açığa vuracak paragraflar yazıyordu.
Hamilelikle beraber yıpratıcı bir şekilde başlayıp şu anda bile ara sıra yoklayan baş ağrılarını bir nebze azaltmak amacıyla kokusuz aldırdığı açık renk mumu, tekli gümüş şamdanın sınırlarını aşıp maun ağacından yapılma masasına damlamaya ve orada iz yapmaya başlayıncaya kadar Anna ne bir daha kafasını kaldırdı ne de mürekkebin kağıdın üzerine işleyişinden başka herhangi bir şeyle ilgilendi. O anki gerginliğinin hayatının bu kısmının parçası olmuş biri tarafından bakıldığında anlaşılması mümkün değildi zira hali, son zamanlardaki normalinden farklı görünmüyordu fakat St. Petersburg’da evlilik hayatına tanık olmuş yakın bir arkadaşı olsaydı, hızlı ve sesli soluk alışverişiyle ritmik bir şekilde salladığı sol bacağını içinde bulunduğu bunalıma kanıt olarak gösterebilirdi.
Dört buçuk sayfalık mektubun altına imzasını atıp mumunu söndürdükten sonra en alttaki çekmecesine zarf almak amacıyla uzandığında göz ucuyla günün ilk ışınlarının bulutların arasından yayılmaya başladığını fark etti. Kalın, bordo, kadife ve uçlarından altın renkli, yuvarlak püsküllerin sarktığı perdeler; Vronski’nin gün doğumunda şehirden ayrılışının etkisiyle kendisini saran ağrılar yüzünden bir önceki akşam dinlenmek için odasına yemekten hemen sonra çekilip içeriye kimsenin girmemesini tembihlediğinden her gece olduğu gibi sımsıkı örtülmemişlerdi. Anna, son birkaç saattir yaptığı iş bir anda önemi yitirmişçesine koltuğundan kalkıp cam balkon kapısına ilerledi. Sağ taraftaki ağır perdeyi, ona zarar vermeden kapıyı rahatça açabileceği kadar araladıktan sonra da ince tutacağı kendisine doğru çekip oluşan dar boşluktan dışarı çıktı.
Soğuk bir nisan sabahıydı. İki haftadır aralıksız devam eden yağmurlar durmuş ancak havayı nemli, serin ve temiz bırakmışlardı. Anna, ince hastalığın acımasız pençesine yakalanmak istemeyen herkesin üstüne bir şeyler alarak dışarı çıkacağı bu havada, yalnızca gecelik elbisesiyle durduğundan kollarıyla kendini sarmalamış ve bütün dikkatini gökyüzünü incelemeye vermişti. Mavinin en açığından en koyusuna kadar çeşitli tonlarla bezeli kubbede, açık gri bulutlar yavaşça ilerliyor ve gittikçe küçülüyorlardı. Kendilerinden bir parçayı umarsızca bırakıp yollarına devam ederken öyle heybetli görünüyorlardı ki bir an bulut olmanın çok daha kolay olduğunu düşündü ama o sırada onları delerek içlerinden geçen kuş sürüsünü görmesiyle fikrini değiştirdi, böyle kolay parçalanmayı kesinlikle kabul edemezdi.
Bakışlarını yeryüzüne doğru çevirdikçe yağmurların toprağı havaya kıyasla nasıl kötü etkilediği gözüne çarpıyordu. Demir korkuluklardan eğilince görebildiği kadarıyla bahçedeki ağaçların çoğunun üstteki kökleri dışarı çıkmış, özenle planlamasını yapıp diktirdiği çiçek tohumları ise yolun iki tarafındaki çakıl taşlarına dağılmışlardı. Gözü çamurun arasından geçerken onlarla ilgilenen bir yılana takıldı. Emeklerinin bu kadar kolay yok olduğunu görmek onu ne üzmüş ne de sinirlendirmişe benziyordu, tek hissettiği garip ve çarpık bir rahatlamaydı çünkü ruh halini açıklarken bahane olarak öne sürebileceği bir başka olumsuzluk yaşanmıştı.
Dışarının sessizliğinden sıyrılıp odasına geri döndüğünde bebek ağlamasının kesilmiş olduğunu fark etti. Ani tekrar uykuya dalmış olmalıydı. Sesin ne zaman durduğunu bilmiyordu, ne çevresini incelerken ne de mektubunu yazarken dikkatini ona vermiş değildi. Balkon ile oda kapısının arasındaki beş adımlık mesafeden cesaret alarak kızının yanına gitmeyi düşündü fakat ilk adımını atar atmaz duraksadı. Bir anda yol gözünde o kadar büyümüştü ki istese de hedefine ulaşamayacağını inanıyordu. Ev şu anda mutlak bir sessizlik içindeydi ama birazdan hizmetçilerin kalkıp önce kendi işlerini gördükten sonra küçük salonu kahvaltı için hazırlayacaklarını biliyordu. Herhangi bir sebeple yukarı çıkacak olsalar onlarla karşılaşmak istemezdi. Ayrıca uzun koridor boyunca yürüdükçe cilalı parkelerin bazılarının hareketlerini ele verecek sesler çıkaracağını düşünüyordu. Hem zaten Ani’nin beşiğinin başında ne yapacaktı ki? Etrafında rol yapacağı kimse yokken, aylardır sürdürdüğü bu sevgi ve ilgi tiyatrosunu kendi isteğiyle devam edebilir miydi?
Anna, ikinci adımını yatağının güvenli yönünde attı. Öğlene kadar uyuyup yaşadığı geceyi tamamen unutmaya karar vermişti. Sol tarafı bozmamaya dikkat ederek sanki hiç kalkmamış gibi gözlerini açtığı ilk andaki gibi yatmaya çalıştı. Yorganı, yüzünü kapatacak şekilde üzerine çekerken ne sesin ne de ışığın onu tekrar uyandırmasını istiyordu. İçinden bir fısıltı yine mağlup olduğunu söylediğinde kendi nefesini dinleyerek uykuya dalmaktaydı.
Şevval Naz AKGÜL 11/G